top of page

KARINCAYA BİLE ULU NAZARIM VARDIR.

Günümüzün anlamsız telaşı içinde sabah kalkıp arabamıza biniyor ve işe gitmek için yola koyuluyoruz. Geniş asfalt caddelerden geçip, büyük binaların arasından işimizin bulunduğu beton yığınına ulaşıyoruz. Koşar adım odamıza gitmeye çalışırken… Es geçiyoruz hayatı...

Halbuki bu alemde yalnız değiliz. Etrafımızı kuşatan koca bir dünya var. Türlü türlü canlı ve cansız varlığın barındığı bir dünya... Hayvanlar, böcekler, bitkiler, taşlar... “Ben buradayım” diyor hal diliyle her şey. “Beni de görün, ben de varım” diyorlar. Ve dikkatli bir şekilde bizi izliyorlar. Ama biz yine es geçiyoruz hayatı...

Fotoğraf, eşyanın farkına varmanın en güzel yoludur. Özellikle makro fotoğraf; görünenin farkına varmak, görünmeyenin sırrına ermektir. Güzellikleri göremeyen gözlerin önüne sermektir...

Yunus diyor ki; “Benim bir karıncaya bile ulu nazarım vardır”. Yani her gün gördüğümüz, gördüğümüzü sandığımız karıncada bile, büyük sırlar barınır. Yunus, bu sözüyle bir yandan ondaki güzellikleri görmeye çalıştığını, diğer yandan da yaratılmış her şeye karşı duyarlılığını dile getirmektedir.

Biz ise ne yeşilini, ne mavisini görüyoruz tabiatın. Sessizce uçan kelebek, bize hiçbir şey hatırlatmıyor. Arıların sesi bile rahatsız ediyor bizi. Hele sinek, hele sinek... “Nereden çıktı bu, sabah sabah?” diyoruz içimizden. Karıncayı ezip geçiyoruz. Yuvasına basıp bozduğumuzun bile farkında değiliz. Halbuki onlar günlerce çalışıp toprağı dışarı atmış, havalandırma bacalarını titizlikle açmışlardır.

Es geçiyoruz hayatı velhasıl. Göremeden güzellikleri, anlamsız bir telaş içinde kovalıyoruz dakikaları. Çiçeklerin mis gibi kokusunu yayarak, ben buradayım, 'Bana gelin' çağrısını sadece arılar duyuyor. Bizler kayıtsızız bu çağrıya. Çok yakınız ama bir o kadar da uzağız tabiata...

Bir an durup uzun uzun seyredemiyoruz o güzellikleri. Vaktimiz yok ki! Sadece çiçekçiden aldığımız ve üzerine parfüm sıkılmış çiçekleri sunuyoruz sevdiklerimize. Göremiyoruz bir uğur böceğinin yağmur altındaki sevincini. Bir kelebek o; ince, narin kanatlarını çırpıp yanımızdan geçerken aslında onu kovalamamızı istiyor, sırrına ermek için güzelliğinin.

Konuyor bir çiçeğe, önce açıyor kanatlarını. En muazzam desenler orada, onları gösteriyor. Sonra kapatıyor. Şimdi de kanatlarının altındaki güzellikleri sergiliyor bize, bir manken gibi. Siz, hiç bir kelebeğin hortumunu gördünüz mü? Ya gözlerinin içini? Hiç elinize kelebek kondu mu? Dokunmatik ekranlarda dokunuyoruz onlara. Yaratılışındaki sırları sadece belgesellerde görüyoruz. Veya bir televizyon reklamında. Velhasıl hayatı es geçiyoruz...

Baharda büyük bir sessizliğin ardından havaların ısınmasıyla, sanki birisi “uyan” borusu çalmış gibi aniden etrafı çiçek ve böcekler kaplıyor. Göremiyoruz... Tabiat uyanıyor büyük bir gürültüyle. Duyamıyoruz... O küçük küçük böcekler, arılar, kelebekler, “bizde varız burada, bizi de duyun” diyorlar. Biz ise…

Sıkışıp kaldık şehrin beton duvarlarının arasına. Hayatımız; iş, ev, dershane, okul arasında hapis kaldı. Çocuklarımız bihaber güzelliklerden. Doktor “Çocuğunuz bırakın da toprakta oynasın” ilacı yazıyor reçeteye. Sineğin, arının, böceğin yeri yok hayatımızda, kovacak ilacımız var en etkilisinden.

Bir dakika ayırın kendinize. Eğilin toprağa doğru. Bakın… Bastınız yerde çiçekler, karıncalar, türlü böcekler, çekirgeler var. Rengarenk bir hayat var ayaklarınızın altında. Kelebekler; kanatlarını çırpıyor özgürlüğe doğru. Arılar; polenleri taşıyor, iki valizini eline almış seyahate çıkar gibi. Biraz zaman ayırın kendinize. Tutun elinden sevdiklerinizin, çıkın kırlara, tırmanın dağlara. Boynunuzda fotoğraf makineniz asılı olsun. Ulu bir nazarla bakın dünyaya...

Yazan ve fotoğraflar: C. Deniz SEYRAN

Featured Posts
Recent Posts
Search By Tags
Follow Us
  • Facebook Classic
  • Twitter Classic
  • Google Classic
bottom of page